AHMET TERLI VE SIIRLERI - İngilizce - English

10. Abdullah Teksöz - Bahittin

10. Abdullah Teksöz - Bahittin

22 Aralık 2009 Salı

Dr. Abdulla Nurhan Teksöz, ağabeyim

 

 

 

 

Hani bir gün, “Kim 500 Milyar İster?” benzeri bir yarışmaya katılsanız ve 500 milyarlık son soruda size, bu dünyadan Lami Teksöz’den daha yaramaz kim geldi geçti? diye  sorsalar, daha 4 seçeneğin önünüzdeki monitöre gelmesini beklemeden, “ Abdulla N. Teksöz, son kararım” deyin. Ben kefilim. Kazanırsınız.

 

Yaramazlık yaratılışında vardı, yaramaz yaşadı, yaramaz öldü.

 

Oktay abimin, ben Tarsus toptancı halinin ana giriş kapısında  bir duvara yaslanmış, dışarıdan tarih ders kitabı görünen kitabımın içinde Tom Miks çizgi romanı gördüğünde, kulağıma tokat attığı ve kulağımın 3 gün çınladığı zamanlarda, o bana, lan ne gibi çizgi romanların var? diye sorar ve benden aldığı romanları, çaktırmadan, okurdu.

 

Çocukluğumuzdan kalma anılarımızı pek hatırlamıyorum. Mahmut abim İstanbul Hukuk’ta. Biz evde 3 erkek kardeşiz. Kızılırmak mahallesinde, iki katlı bir evde kalıyoruz. Evin birinci katının tabanı ahşap ve bir kapak var aşağıya doğru açılan. Evin altından dere geçiyor. Su ihtiyacımız olduğu zaman, ipe bağlı bir kova sarkıtıyoruz, dereden alıyoruz suyumuzu. Evin çatısı toprak. Hani, loğu taşı dedikleri silindir taşla arasıra çatının üzerinden geçeriz. Toprak sıkışsın, aşağıya su akıtmasın diye.

 

Evin avlusunda ve dallarına çatıdan da ulaşılabilen bir dut ağacı var. O kadar heybetli bir dut ağacı ki...  Babam kimbilir Toros dağlarının hangi köyündeki bir karakolda, evde değil. Biz 3 erkek, işleri paylaşmışız. Birimiz ekmek alacak, birimiz su çekecek, birimiz de topladığı dutu tabaklara koyup Makam Camisinin civarında satacak. Akşam oturur, iş bölümü yapardık, annemin ve Türkan ablamın gözetiminde tabii. Herkes, ertesi gün payına düşeni söyler ve diğerlerinden erken davranırdı seçim için. Birimiz atılırdık hemen, arkadaş, ben dut-payım. İkinci olan, arkadaş ben de ekmek-payım, derdi. Üçüncü kimse, başka şansı yok, Ben de ne yapayım, su-payım demek zorunda kalırdı. Katıla katıla güler ve birbirimize sarılırdık. Lan bu, sıpayım, dedi, diye.

 

O koca dut ağacından iyi kötü ekmek de yiyoruz ya. Bir gün, Abdulla (Bahit, derdik) ve Oktay abim,  çatıdan dut ağacına çıkmışlar, dut toplarlar. Ben de, çatıdan, hele ben de çıkayım da biraz da ben toplayayım diye ayağımı uzatırken, koca ağaç, kütt diye devrildi. İyi ki, tam uzatamamışım ayağımı. Annee, anneeee diye aşağıya koştum. Annem de koca ağacın devrildiğinin farkında. Neyse ki, ağaç yavaş değmiş yere de, bir şey olmadı abilerime. Ama olan, bizim dut gelirimize oldu tabii.

 

Üç abimle aramızda üçer yıl fark var. Birimiz liseyi bitirirken, ondan sonraki ortaokulu ve ben de ilkokulu bitirirdim.  Hatırladığım ve Abdulla abimin de içinde olduğu bir fotoğraf karesi (hani enstantane diyorlar ya) de evin avlusundaki yılandı. Anam anam, yılan ki ne yılan !

 

Bir gün anam, avluda, çatıdan ya da nereden geldiyse bir yılan görmüş. Korkuyoruz  ama, annemin arkasına sinmişiz.  Annem ne yapsın, evde dört  çocuk var.

 

Bir şey daha. Ana olan, ister hayvan ister insan olsun, çocuğu, yavrusu sözkonusu ise korku morku tanımıyor. 1986-1989. Ankara Behiçbey’de lojmanda kalıyoruz. Oğlumuz banliyö treniyle geliyor gelmesine ama,  istasyondan  ev arası bir kilometreden fazla. Hava kararmış ve sokak karanlık. Üstelik başıboş köpekler de var. Kim alır getirir çocuğu eve? Ben değil, ben köpeklerden korkarım, Ulviye tabii.

 

Annemin saçları uzundu. Nereden duydu ve öğrendiyse,  yılanın karşısına geçip o uzun saçlarını aldı eline, kıvırdı da kıvırdı. Bir yandan, saçlarını kıvırır, bir yandan da, hışşşş, hışşş, diye seslenir yılana. Sen saçlarını ne kadar kıvırırsan, yılan da o kadar kıvrılır, hareketsiz beklermiş. Bir yandan da, sanıyorum ablama, odun ocağını yak, tencereye de su koy demiş.  Tenceredeki su kaynamış. Annem, uzun bir sopayla, zaten kıvrılıp büzülmüş yılanı alıp, tencerenin içine atmış. Koca yılan, olmuş sana yılan haşlama. Ölmüş. Yılan öldükten sonra, annem yine sopasıyla çıkarıp yılanı, avlunun bir kenarına atmış. Bizim avluda biz çığlık çığlığayız ya. Yoldan geçenler de, avlunun açık kapısından içeriye dalmışlar. Yılanı gören, nereden buluyorsa, bir taş atıyormuş. Birden birisi demiş ki, bu yılan zaten ölü!  Bir diğeri de demiş ki, ben taş attım yoho! (yahu), ölecek elbet!  Herifteki kibire bak. Ulan zaten ölüydü!  O zamandan beri, bu “ taş attım yoho!” cümlesi de, ailemizin kalıcı esprilerinden biri olmuştur, hâlâ kullanırız.

 

Belleğimde Abdulla abimin de olduğu sahnelerden birisi de, o lisedeyken, ders saatinde, birkaç arkadaşıyla birlikte evimize getirilişidir. İki erkek arkadaşı iki kolunda, yanlarında bir de kız arkadaşları. Okulda, dersteyken, birden gözleri görmez olmuş, resmen kör, çocuk. Aman hepimiz koştuk. Okumaktan ve ders çalışmaktan, gözleri görmez olmuş. Neyse ki, uzun sürmedi, bir müddet sonra gözleri dinlendi ve yeniden görmeye başladı. Annem ve ablamın iki derdi var: Birincisi, çocuğumuz kör oldu çalışmaktan. İkincisi,  kör olduğu zaman iki erkek arkadaşıyla birlikte alı al, moru mor gelen kız kimdi?

 

Ben hiç sır saklayamam ama, herkes de sırrını bana söyler. O kızın adı Sevinç’miş. Çok iyi arkadaşlarmış. Hatta birbirlerini seviyorlarmış. Sonraları bizimki Ziraat fakültesine, kız da Eczacılık fakültesine gitmiş, ayrılmışlar.

 

Abdulla abim Ankara Ziraat Fakültesi’ne gitti. Elbette ki, fakülteye gitmeden önce, lise diplomasını getirince eve, gazozunu içtikten sonra.

 

Babamın, okuyan çocukları için klasik bir armağanı vardı. Lise diplomasını getiren, gider babasıyla çarşıya, Toros gazozu içer afiyetle, babasının kesesinden. Adam daha ne yapsın?

 

Ben nasibimi aldım mı almadım mı, bilemiyorum. Günün birinde ben de diplomamı getirip gösterdim babama. Afferim, dedi. Ulan adamda tık yok. Nice sonra dedim ki, baba, ne oldu bu bizim gazoz meselesi ? Ne gazozu? dedi. Hani lise diploması getiren gazoz içiyordu ya, dedim. Ee sen içtin ya gazozunu, dedi. Ula müslüman, ben ne zaman içtim gazozu? Sana diplomayı vereli birkaç saat olmuş, ne çarşı gördük ne gazoz.

 

Meğer arkadaş, Oktay abim verince eline lise diplomasını,  çarşıya çıkılmış. Ben de, hasbelkader yanlarındayım. Oktay abime gazoz ısmarlanırken, ben de öyle zavallı zavallı bakmayayım diye, bana da gazoz almış babam.  Adam onu, lise diploması hediyesine sayıyor. Ben bu babaya nasıl kızmayayım, ben bu babayı nasıl sevmeyeyim?

 

Abdulla abim Ankara Ziraat fakültesinde. Biz de babamla kabzımallık yapıyoruz. Babam bir gün, kamyoncuların birinin yanına verdi beni, abime de nasıl söylediyse, yarın Efendi’yi (bana öyle derdi) al Toptancı halinden dedi. Toptancı hali, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası ya da Selim Sıırı kapalı spor salonundan, Opera’ya dönmeden, köşede sağda o zaman. Abim aldı beni. Ziraat Fakültesinin karşılarında, Su Sarnıcı derler bir mahalledeki gecekonduda kalır. Gittik. Abim ayakkabıma baktı. Lanet olsun suratınıza, dedi. Ayakkabımın altı değil, üstü yırtık. Ertesi gün beni Dışkapı pazarına götürdü, hem birer çeyrek ekmeğe köfte yedik, bir de bana, en ucuzundan, bir ayakkabı aldı. Parası da yok garibin, nereden olsun?

 

Evde el yazısıyla yazdığı bir tomar kağıt var. Yazarmış arasıra. Okudum, aklımda iki şey kaldı. Birincisi, diyor ki, kendini beğenmiş olmak ayıp bir şey değildir, sen kendini beğenmiyorsan, başkalarının seni beğenmesini nasıl beklersin?  İkincisi de, tövbe, Allah’a çatar, der ki, hani beni kendi suretinde yarattıydın, burnuma da kendi nefesinden üflediydin, hani benim için Şeytan’la vs kötü olduydun, o zaman bana niye akıl ve bilinç sağlayacak meyvayı yasak edersin, iki ısırık aldık diye cennetten kovarsın?

 

Deli adam işte. Yedisinde de öyle, yetmişinde de, diyemedim, tam 60 yaşında öldü. Ben şu an, ondan bir yaş daha büyüğüm.

 

Fakülteyi bitirdikten sonra, Tarsus’ta işe başladı. Hani şu ilk maaşından babama çorap aldığı işe.  Sonra nişanlanacak, evlenecek diye duyduk. Tanımayız, etmeyiz. Yahu bu kızın nesini beğendin, nesine aşık oldun, diye sorarlar. Der ki arkadaş, benim bu evde it kadar kıymetim yok, şamar oğlanı gibi, gel Bahit, git Bahit. Ama orada ve onların evinde ben saygı görüyorum, bana Abdulla Bey, diyorlar, hürmet ediyorlar, der.

 

Evlendi. İkisi kız, biri erkek, herbirisi dünya güzeli üç de çocuğu oldu.

 

Ben Diyarbakır lokomotif deposunda çalışıyorum bir zamanlar. O da, tayin olmuş, Diyarbakır’a geldi. Ayrı yerlerde kalırız. Sanıyorum onun misafirhanesi var. Akşamları buluşur, kahveye gider ve tavla oynarız. Ben, evin en küçük kardeşi sıfatımla, büyüklerimin yanında hesap ödemem. Öyle alışmışım. Bir akşam, tavlayı oynadık, bitti, kalkıyoruz. Masanın karşı tarafından bana tavlayı bir fırlattı, tavla bir tarafta, pullar zarlar yerlerde. Garsonlar, abi, ne oldu, bir durum mu var, derler. Benimki basbas bağırır, lan sıçacam senin gibi çocuğa, her seferinde parayı ben ödüyorum, lan bir kere de sen yen beni de zoruma gitmesin, der. Deli işte.

 

Ben Diyarbakır’dayken, ben gidiyorum, dedi. Nereye? İsveç’e dedi. Ne iş? Bir fakülteden doktora bursu kazanmış. Çekti gitti. İçimden de birşeyler koptu. Çünkü ben, ailemin tabiriyle, “Bahit terbiyesi” bir çocuğum. Yaramazlıkta o birinciyse, ben de onun en sadık öğrencisi  ve ikinciyim.

 

İsveç’e yerleşti kaldı. Hani Algida dondurması var ya, onun ana  fabrikasında çalışırdı. Gıda teknolojisi ve derin dondurucu dalında doktora yapmış bir eleman olarak.

 

Arasıra bize gazete küpürleri gönderirdi. İsveççe. Bizimkinin dondurma yalarken fotoğrafı olurdu ve altında, kendi tercümesiyle, İsveç’te yaşayan hangi çocuk bu adamın yerinde olmak istemez, yazardı.  Derin dondurucuda kalınca, tadından bir şey kaybediyor mu, diye, hepsinden  tadarmış.

 

Derin dondurucu (deep freezing) dalında doktora yapmasının parasal faydalarını da gördü. Mesela bir alışveriş merkezinde, son kullanma tarihi yaklaştığı için, onda bir fiyatına satılan gıdalardan alırdı ve bana mı yutturuyorlar deyip, tekrar şoklardı.

 

İsveç’te kaldığı yıllar boyunca, tüm hayali, ailesini İsveç’e götürmekti. Kimse gitmedi. Sonunda razı olup gittikten kısa bir süre sonra, boşandılar yengemle. Uzun yıllar ayrı yaşadıktan sonra birarada yaşamak zor oluyor demek ki. Annem söylemişti.

 

Anneme, ben Tanzanya’nın Dar-es Salaam limanına, Birleşmiş Milletler görevlisi olarak bir yıllığına gideceğim, kariyerim olacak, dediğimde, annem, asla, gidersen seni reddederim dedi. Dedi ki, aile birbirinden ayrı yaşarsa, sonu iyi olmaz. Gidemedim.  Haklıymış her zaman olduğu gibi.

 

İsveç’te Stockhom’den bir saat uzaklıktaki Flen kasabasında yalnız başına yaşıyordu. Kalbinden rahatsızdı ama, İsveç’te hiç bir şey yapmıyorlardı. “ Beni Türk doktorlarına emanet ediniz” diyen haklıymış. Bizde olsa, adamın anasını ağlatırlar. Yeğenim Tekin Anakara'da açık kalp ameliyatı oldu, şükür 3 gün sonra çıkıp evine geldi. Dördüncü gün de, ablamın evinden bir ara kaçıp, bir kilometre uzaklıktaki kebapçıya gitti yürüyerek.

 

Bana şimdi Rabbım, rüyamda, ameliyat için Amerika Cleveland’a git dese, derim ki, Allahım, sen bir daha düşün istersen.

 

Her türlü pislik ve hovardalıkta birlikteyiz ya. Bana, hadi gel İsveç’e, misafirim ol, dedi. 5 gün izin aldım. Kopenhag’a gel, ben seni orada karşılarım, dedi. Oğlum Kopenhag’da ne işimiz var, ben yekten Stockholm’e geleyim dedim ama dinlemedi. Sen merak etme, seni yaşatacağım dedi.  Kalacak yer ayarladın mı, dedim, ayıpsın oğlum, herşey ayarlandı, all set, dedi. Eyvallah.

 

Danimarka’nın Kopenhag havaalanına indim, karşıladı. Arabasına bindik. Volvo steyşın. Gidiyoruz. Gidiyor da gidiyor adam. Neyse ki, hani deniz kıyısında bir heykel var ya meşhur, onu gördüm geçerken. Çıktık Kopenhag’dan. Feribota gidiyoruz, feribotla geçeceğiz İsveç’e, dedi. Lan hani Kopenhag’ın tadına bakacaktık, hovardalık yapacaktık? Sen abine güven oğlum, dedi.  İyi.

 

Geçtik İsveç’e.  İsveç’in en güneyinden Stockholm’e doğru gidiyoruz otobanda. Otobanın her iki yanında da, 2 metre yükseklikte tel örgü var. Geyikler yola çıkmasın diyeymiş. Biz gidiyoruz. Hani kalacak yer ayarlamıştı ya.  Gecenin bir yarısı, yol kenarında bir park yerinde durduk. Ne oluyor, ne yapacağız burada, dedim. Geceleyeceğiz işte, dedi. Lan sen hani kalacak yer ayarlamıştın? Ayarladım abim (sık sık, abim, diye hitap ederdi bana) dedi.

 

Anam anam! Arabanın arka koltuğunu sökmüş atmış. Arkada bir yatak açtı ki, iki kişilik yatak. Bir de ispirto ocağı gibi ocağı var. Konserve birşeyler çıkarıp o ocakta ısıttı. İşte de sana yemek, dedi. Lan hani hovardalık, Danimarka-İsveç? Lan hani kalacak yer? Sen kafanı yorma, hepsi tamam, dedi. Arabanın arkasındaki yatakta ikimiz yattık. Sabah bir kalktık. Yanımızda bir turist otobüsü. Tüm gözler bize bakıyor. Gülüyorlar, rezil olduk.

 

Her türlü meşakkate razıyım belki ama, çenesi hiç durmuyor. Anlatıyor da anlatıyor. Ne olursa. Otobanın kaplamasının hangi teknolojiyle yapıldığı anlatır, istasyondaysak eğer, rayların ne marka olduğunu anlatır, TV izliyorsak evde, frekanslarının nasıl düzenlendiğini anlatır. Tam, Dustin Hoffman’ın Yağmur Adam filmindeki gibi bir yağmur adam. Ben bıktım usandım çenesinden. Demiryolcuyum, elimde İsveç-Norveç seyahat kartı var bedava. Bir günlüğüne Goteborg’a kaçtım, kafamı dinledim ama gece döndüm eve tabii. THY bürosunu arayıp, abi gözünüzü seveyim, benim dönüşüm falan gün ama, siz iki gün önceye çekebilir misiniz, dedin. Şu kadar fark vereceksin, dediler. Olmadı.

 

Bu Bahit dedikleri, sanıyorum asgari 9-10 yabancı dil bilirdi. Rusça dahil. Her konuda carcar öter, her boku bilir. Bir gün Ankara’da Mahmut abimlerde. Yine ötüyor. O arada, yeğenim Tuncay da evde. Demiş ki içinden, ulan ben bu amcama bir laf atayım, apışıp kalsın bakalım. O sıralar Tuncay, ODTÜ Dağcılık Klübünde, dağcı. Dağcılıktan laf açmış. Anam bizimki bir başlamış, işte malzemelere çok dikkat etmen  lazım, ucuz olsun diye falan marka alırsanız riske atarsınız kendinizi, işte botunuz şu marka olsun, çekiciniz şu marka olsun, halatınız bu marka olsun, diye. Öter de öter. Tuncay da demiş ki, yuh lan, tamam kardeş, pes.

 

Ben elçilikte çalışıyorum. ICQ diye bir proğram var. MSN messenger gibi. Ben mesai saatlerinde internetteyim, o da 24 saat internette. Dedi ki bir gün, beni bir müddet internette göremezsen, bil ki ölmüşümdür. Ne zoruma gitti.

 

Bir gün de dedi ki, vallaha kardeş, ben Allah mallah tanımazdım ama, birkaç gündür hem kavga ediyorum hem de yalvarıyorum. Büyük kızı Müge, Stockholm’de, hastalanmış. Abim Allah’a basbas bağırıp kızıyormuş bir yandan, diyormuş ki, benim gibi yalnız yaşayan ve kimsenin umurunda olmayan bir adam varken, neden onu hasta edersin? Bir yandan da yalvarırmış, kızımın başına bir şey gelecekse, bana ver ne vereceksen, kızımı rahat bırak dermiş.

 

Allah da demiş ki herhalde, bu herif ömrü boyu benimle bile didişti, ilk kez bir dua edip yalvardı. Kabul edeyim. Çok şükür, Müge’nin sağlığı iyi şimdi, abim ölü.

 

Gerçekten de, uzun süre internette görmedim. Bir akşam, dışarıda, arkadaşımla birlikteyim. Ulviye’den telefon. Bahit abin, evinde ölü bulunmuş!

 

Ne cenaze töreninde bulunabildim, ne de Stockholm’deki mezarını ziyaret edebildim. Umarım bir gün giderim. Hâlâ rüyalarımda görürüm. Geceden sabaha kadar şakalaşır, kudurur dururuz. Sabahları uyanınca da, ölmüş mü, yaşıyor mu diye ciddi ciddi merak ederim. Psikiyatristim de der ki, artık kabullenin Lami Bey. Nasıl kabulleneyim?

 

Ailemizin iki delisi vardı. Bir tek ben kaldım.